AHPGS(Accreditation Agency in Health and Social Sciences)
14 Mayıs 2020 Perşembe
Salgın, kent ve sosyal hizmet
Tarihte birçok veba salgının olduğunu ve 1347–1351 arası dönemde Avrupa başta olmak üzere birçok bölgeyi etkileyen salgının, yarattığı sosyokültürel arka planı görüp karşılaştırma yapmak için önemli bilgiler sunduğunu ifade eden İstanbul Gelişim Üniversitesi Dr. Öğr. Üyesi Emrah Tüncer, pandemi sonrası yeni dünya düzeninin oluşum sürecinde ve sosyal hizmet anlayışında norm ve strateji oluşturmada da tarihteki bu salgının önemli bir örnek olabileceğini açıkladı.
"14. yüzyılda, Avrupa’lıların üçte birinin ölümüne neden olan ve “Kara Ölüm” olarak adlandırılan bu salgın günümüzdeki salgın gibi hayatın doğal akışını oldukça fazla etkilediğini söyleyebiliriz. O dönemde de yerel yetkililer yayınladıkları genelgelerle salgının önüne geçmeye çalışıp pazar alanlarını her akşam temizliyordu. Doğu’dan gelen gemiler limanlarda tecrit ediliyor, yolcuların kırk gün boyunca karaya çıkmalarına izin verilmiyordu. Temizlik, çevrenin korunması artık süreklilik arz edecek olan karantina uygulamaları gibi etkin tedbirler o dönemde de alınıyordu. Moğollar’ın Kırım’ı Cenevizlilerden almak için vebayı bir biyolojik silah olarak kullandıkları iddiasının yanında bugünkü araştırmalar salgına Yersinia pestis adı verilen bir bakterinin yol açtığını ve bu bakterinin fareler aracılığıyla gemilerde deniz ticaret yollarını takip ederek dünyanın her tarafına yayıldığı bilinmektedir. Ayrıca hırs, kâr, daha fazla kazanç uğruna toprağın sürekli sürülmesi, yeni tarım alanlarının açılması ve ormanların yok edilmesi doğal dengeyi bozduğu için salgının yayılmasında rol oynamıştır. İnsanların neredeyse üst üste yığıldığı yerleşim yerleri de, mikropların gelişmesi için son derece uygun ortamlardı ve haliyle yayılmasında o gün de oldukça fazla etkiliydi."
Sosyal adaletin, insan haklarının, kolektif sorumluluğun ve farklılıklara saygının sosyal hizmetin odağı olduğunu söyleyen Tüncer, o dönem yaşanılan salgının da kendi ötekilerini yarattığını ve yine yoksulların ve yaşlıların büyük sorunlar yaşadığını vurgulayarak şöyle devam etti:
“Bu denli büyük bir salgının aniden ortaya çıkması ve çok hızlı bir biçimde yayılmasının nedenleri konusunda ilginç iddialar vardı. Örneğin kirli havanın salgına neden olduğuna inanan kişi sayısı çoktu. Tütsü yakarak havanın güzel kokması sağlanırsa salgının bitirileceği sanılıyordu ya da banyo yapılmazsa derideki gözenekler açılmaz ve kötü hava vücuda giremez inancı nedeniyle 1800’lü yıllara kadar, Avrupa’da insanlar neredeyse hiç yıkanamıyordu. Ayrıca günah keçisi arayışı sonucunda vebaya neden olduğu iddiasıyla Yahudiler ’in diri diri yakıldığı ifade edilmektedir. Yahudiler dışında bu süreç en çok yoksulları etkiliyordu. Kötü beslenen yoksul halk, mikroba hiçbir direnç gösteremiyordu. Farelerin de kolayca çoğalabildikleri toprak evlerde yaşıyorlardı ve vebadan kaçacak maddi güce sahip değillerdi. Zenginler ise, içinde farenin barınma ihtimalinin daha az olduğu taştan evlerde yaşıyor ve erken bir ölümden kurtulmak için şehir dışında villalar satın alıp boşalttıkları kent evlerine dönmeden önce konutlarını sülfürle dezenfekte edecek tütsücüler tutuyorlardı. Evler ilaçlandıktan sonra birkaç haftalığına eve yoksul bir kadın yerleştiriliyor, kadının ölmesi halinde evin sahibi kır evinde oturmaya devam ediyordu. Yaşadığımız çağda ise sosyal devlet anlayışı kapsamında çeşitli çalışmalar yapıldığını fakat yaşlılara karşı dışlayıcı, rencide edici ve korkutmaya yönelik nefret söylemleri oluşmaya başladığını söyleyebiliriz.”
Maruz kalınan virüs salgınının toplumda ayrışmaya değil, dayanışmaya sebep olması gerektiğini belirten Tüncer, bu anlamda kentte yaşam kalitesinin artması, kentte yaşayan dezavantajlı kişilerin sorunlarının çözülmesi ve salgınla mücadele açısından sosyal hizmetin çok önemli rolü olduğunu dile getirdi. Ayrıca kent planlama süreçlerinde sürdürülebilirlik için muhakkak sosyal hizmetin de rol oynaması gerektiğini ifade ederek açıklamasına şunları ekledi:
"Kara veba dönemi Avrupa’sında büyük kentlerin kurulması, köyden kente göç ile birlikte insanların bir arada sıkışık halde yaşaması sonucu vakaların artması genel düzeni tehdit ettiği gibi toplumsal alışkanlıkları, yaşama biçimleri ve kent anlayışını da büyük oranda değiştirmişti. Avrupa’nın veba salgınlarından kurtulmasının ve salgınların bir daha tekrarlanmamasının önemli nedenlerinden birisi de, mevcut yapı stoklarının, kent anlayışının iyileştirilmesi ve evlerin, kentlerin yeniden planlanmasına borçluydu. Türkiye’de de günümüzde virüsün çok ve hızlı yayıldığı alanlar ile kilometrekare başına düşen kişi sayısının fazla olduğu alanlar arasında paralleliğin olması doğrudan bu durumu kanıtlamaktadır. Sıkışıklık endeksinin yüksek olduğu İstanbul ilçeleri ve virüsün hızla yayıldığı alanların örtüşmekte olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla artık kentte flâneur olmak zordur. Bilindiği gibi Allen Poe’nun 'Kalabalıklarda Bir Adam' adlı öyküsünden esinlenerek flâneur’ü ortaya çıkaran ve ete kemiğe büründüren Baudelaire onu 'dünyanın merkezinde iken dünyayı gözlemlemek ama dünyadan saklı kalmak' isteyen 'tutkulu bir gözlemci' olarak tanımlar ve şunları yazar: 'Nasıl ki kuş havada, balık suda yaşarsa, o da kalabalıklarda var olur. Aşkı, işi, gücü kalabalıklardır.' Baudelaire, flâneur’ü olumlu meziyetlerine odaklanarak tarif etmeyi tercih eder. Walter Benjamin de Baudelaire'den flâneur kavramını alarak onu 'aylak' olmaktan çıkarıp 'düşünürgezer' yapar ama Benjamin'e göre flâneur 'her şeyden önce kendini, içinde bulunduğu toplumda tedirgin hisseden birisidir.' Çünkü 'kalabalık içinde yaşayan terk edilmiş bir kişidir ve modernite ve sanayi şehrinin kurbanıdır. Kısacası 'Flâneur, sığınağını kitlede arar'. Kitle yani kalabalıklar onun evi gibidir. 'Kalabalığın adamı' ve avare bir kent gezgini olan flâneur, şehrin ve insanının ruhunu anlayan kişidir. Bugün de virüs aynı işlevi görmektedir. Görülebileceği gibi bu süreçte virüs te bir kent gezginidir. En ücra köşelerine kadar o da metropolü arşınlar, kalabalıklarda barınır, kalabalıkları sever, kalabalıklarla nefes alıp verir, kalabalıklarda daha çabuk bulaşır."
Günümüz kentlerinde arzu edilen yaşanabilir durum için her şeyden önce toplumsal ilişkilerin kurulabileceği daha geniş sosyal alanlar ve yürünebilirliğin kolaylaştığı alanlar olmalıdır. Bu süreçte kent sorunlarına sosyal hizmet bakış açısı dâhil edilerek toplumun kültürel temellerine uygun sosyal hizmet ve kent stratejileri geliştirilmesi gerektiğini vurgulayan Tüncer, kentte sıkışıklık endeksini düşürmek ve sosyal adalet için yeşil alanları artırıp eğitim, sosyal hayat, istihdam konusunda sürdürülebilir imkânlar yaratılması gerektiğini ifade etti.